Beyoğlu Yozlaşması
- Taylan Dündar
- 27 Haz 2021
- 2 dakikada okunur
Evvelki akşam İstiklal caddesinde yürüyorum, bir arkadaşımın doğum günü yemeği var. Güzel bir yemek yiyip doğum günü kutlanacak, öyle de oldu. Uzun zamandır görmediğim arkadaşlarımla güzel, eğlenceli bir fasıl eşliğinde rakımızı içtik, sohbetimizi yaptık. Ama benim asıl aktarmak istediğim yemeğin öncesi. Boydan boya yürüdüm İstiklal Caddesini. Bu benim nerdeyse kendimi bildim bileli, bir başka deyişle, Beyoğlu’nu gördüm göreli yaptığım bir yürüyüştür. Bu yürüyüş aslında benim için bir düşüncedir. Hayatımın belli noktalarının özeti gibi orası.
İstiklal caddesiyle yalnız olarak ilk tanışmam sanırım 12-13 yaşlarıma denk gelir. İ.T.Ü ‘de oynadığım basketbol nedeniyle neredeyse her gün Taksim’e çıkardım. Sabah antrenmanı ile akşam antrenmanı arasında yemeğimizi yedikten sonra dinlenmeye ayrılan sürenin adı benim için çoğunlukla İstiklal Caddesine kaçmak olurdu. Dinlediğim müzik ve bu müziğin arkadaşlıklarının Taksim’de kesişmesi, müziğin, hayat tarzının bazen tüm yapmacıklığı ile bazen tüm gerçekliği ile beni Beyoğlu’na çekmesi, neredeyse bütün günümü Yeşilçam sokağında geçirdiğim zamanlar, Nevizade sokağında yapılan bira ve rakı geceleri, babamla Beyoğlu'nda buluşup içilen rakı ve biraların eşliğinde sohbetlerimiz, Sen Antuan Kilisesi'ne girip, neden girdiğimi bilmeden banklarda oturup uzun uzun düşünmem, sinema, tiyatro, festivaller, Tünel’de sohbetler, yemekler, barlar, konserler, Victor Levi’de şarap, kahve, Kemancı, Mojo, 45’lik, Pendor, Robin Hood, Godet, Roxy, Babylon.... sonu gelmeyecekmiş gibi. Nerdeyse İstiklal Caddesinin her anını, her zaman dilimini yaşamış gibiyim. Ama işte ben onu tanıyorum da o beni tanımıyor.
Beyoğlu’na çıkmak aslında bir cesarettir. Bu cesareti nasıl göstereceğiniz ise belirsizdir. Çünkü her an cesaretinizi gösterebileceğiniz bir olay karşınıza çıkabilir. Taksim’den caddeye doğru baktığınızda günün her saati orada binlerce insan görürsünüz. Cadde doluyken ara sokaklarda bundan her zaman nasibini almıştır. Ama Beyoğlu’nda hangi ara sokağa ne zaman gireceğini bilmek, işte bu noktada bir tecrübe ve cesaret gerektirir. Benim bir zamanlar yaptığım gibi, Nevizade sokağına gitmek için birkaç sokak erken girip, caddeyi paralel yürümek, yani kerhanelerin ortasından, hayat kadınları ve pezevenglerin daveti eşliğinde yürümek bir salaklık cesaretidir. Bunun açıklamasını şimdi sadece gereksiz bir adrenalin olarak adlandırabilirim.
Şuan bizim Beyoğlu dediğimiz bölge, yeryüzünde oluştuğu andan itibaren sanırım her zaman önemli bir yer olmuştur. Her tarafı bizlere rağmen tarihle iç içedir. Bu Tarih'te yaşamak her ne kadar şans ise ’de, Beyoğlu’nun kendi ellerimizle içine etmekte o denli utanılacak bir olgudur.
Bu bölgenin kendisi her yönüyle bir çelişkidir. Beyoğlu her kesimden insanı kendine çekmeyi başarır, birbirleriyle çelişen ne varsa çektiği gibi. Ama çelişki eğer yılların Markiz pastanesinin üzerinde Robert’s Cafe yazmak ise, bu çelişki değil bu saçmalıktır. Yıllarca kapalı olarak kalan tarihi Markiz pastanesi, adının Robert’s Cafe ile anılması için mi açıldı. Keşke kapalı olarak kalmaya devam etseydi. “Bir milleti ele geçirmek istiyorsan önce dilini, kültürünü yok edeceksin” derler. Doğru da derler. Beyoğlu’nda Türkçe isimli dükkan, mağaza ismi o kadar az ki.
“Seni unutmayacağız, Beyoğlu hep aydınlık kalacak” diye Vitali Hakko’nun anısına, üzerinde bir Beyoğlu görüntüsü ve kendisinin fotoğrafının bulunduğu bir afiş , caddenin tam orta yerine asılmış. Afişin asıldığı yer "tüpçü" Yıldırım Demirören’in Beyoğlu’nun orta yerine yaptırdığı, büyük binanın yapılışının görülmemesi için oluşturulan çirkin duvarın üzeri. Duvarın arkasından nasıl bir bina çıkacak belli değil, fakat Beyoğlu’na yakışacak mı ondan şüpheliyim. İnsanların zor yürüdüğü bir noktada, caddeyi neredeyse yarı yarıya daraltmış durumda. Beyoğlu’nun aydınlığı sloganını Vitali Hakko’yu kullanarak oraya asmak çelişkinin ta kendisidir.
28 Aralık 2007
Comments