Mühürlü Kaderim
- Taylan Dündar
- 13 Şub 2022
- 9 dakikada okunur
Güncelleme tarihi: 14 Şub 2022
İyi biriyim aslında ama bu aralar bir götüm kalkık ki sormayın. Sanki benden başka hiç kimse hiçbir bok bilmiyor. Tüm rock gruplarını ben bilirim, en iyi rock benim, en iyi rock giyinen benim, nasıl da bakıyorlar ama Atlas Pasajından aldığım bol pantolona, pantolona taktığım zincire, ayağımda ki DC’ye, üstümde ki Pearl Jam tişörtüne, kulağımda ki küpeye, kollarımda ki dövmelere… Farklıyım, bu farklılık hoşuma gidiyor ama bir yandan da burada olmak istemiyorum.
Hacettepe Üniversitesi Beytepe Kampüsünde ikinci haftam. Kaldığım yurtta tanıştığım arkadaşlarımla Üniversite açılış etkinliklerinin bulunduğu alana doğru gidiyorum. Gel dediler, hemen tamam dedim, çok sıkılıyorum burada. En azından biraz müzik dinler, sağa sola bakar, zaman geçiririm diye düşünüyorum. Bir amacımda öğrenci kulüplerinin stantlarına bakmak, rock kulübü varsa bir bakar basarım havamı.
Bir İstanbullu bendeniz, bir İzmir’li, bir Bursa’lı, bir Konya’lı ve bir Mersin’li beş sap, beş benzemez ama beş Beşiktaşlı yürüyoruz. Bildiğimiz ilk ortak noktamız Beşiktaş. O yüzden Beşiktaş konuşuyoruz. “Daniel Amokachi’nin kökeninde kesin kızılderilik var” diyor Bursa Kartalları temsilcisi, Nijeryalı bir futbolcunun aslında Kızılderili olabileceğini iddia ediyor, ispatlayamıyor ama gülüyoruz, yürüyoruz.
Yürürken yavaş yavaş bir müzik sesi duyuyorum, şarkı çok tanıdık.
Millions of peaches, peaches for me;
Millions of peaches, peaches for free;
Look out!
Bir heyecanlanıyorum sormayın, kalbim hızlanıyor, nabzım yükseliyor, arkadaşlarımı dinlemiyorum artık, hızlanıyorum, en öne geçiyorum. Nereden giriliyor lan bu mekana? Şarkı değişiyor, Pantera çalıyor, oha…
Respect, walk, what did you say?
Çok şaşırıyorum konser alanına girince, farklılığım azalıyor, göt kalkıklığım iniyor normal seviyelere, gözlerim terminator, veriler akıyor beyine, ortada pogo yapanlardan uzak dur, sağ taraftaki punkçılardan uzak dur, sol taraftaki grubu çözemedim, temkinli ol, search güzel kızlar…
Welcome home boy dedi şarkı biterken…
Yeni şarkı Megadeath – Symphony Of Destruction
Rock makamları en üst seviyeden daldan dala atlıyor…
En iyisi şimdilik bizim çocukların yanında takılmak, aralara karıştık ama arkalardayız. Onlarda bana bakıyorlar ne yapıyor bu dingil diye, “ne yapalım” dedim, “bira alalım” dediler, “oha! Kampüs içinde bira mı satılıyor” dedim, güldüler bana, götüm kalkık filan değil, bildiğin yerçekimine direnemiyor, yere doğru çekim var. Çok güldüler bana. Güldürdün kendine.
"Soğuk biraaaaağğ" diye bağıran bir "tipi tipin" sırt çantasından satın aldık kutu biraları, biracı nın tipi tam tip, sakızdaki gibi, aynısı, bence telif isteyebilir. Dokunamadım ben biralara alınırken, İzmirli olduğunu dün öğrendiğim arkadaş aldı. İstanbullu dışında kimseye güvenemiyorum. Şehir faşisti oldum Ankara’da. Biriyle tanıştıktan sonra “hemşerim nerelisin” diyorum, İstanbul diyen yok, götümün kalkıklığı da ondan. Bir sikimmiş sanki İstanbullu olmak. Anında indirirler böyle işte götü.
Neyse, bira soğukmuş gerçekten, doğru söylemiş tipi tip. İzmirliye de +1 güven yazdım beyindeki boş bir noktaya.
Çoğalıyoruz bir anda, Mersin’linin birkaç Ankaralı sınıf arkadaşı geliyor yanımıza. Sohbet fena değil, gülüyorum lan, hayret. Komik aslında bu çocuklar ama çok sapız be diye sağa sola göz atarken gördüm rasta saçlı, sarı saçlı, birkaç fosforlu tokalı, bol pantolonlu, pantolonda cüzdan zincirli, ayağında converse’li, düz beyaz tişörtlü kadını… Baka kaldım… Kime sorsan yanındaki daha uzun, düz saçlı, uzun saçlı, kumral saçlı, dar pantolonlu, siyah postallı, düzgün fizikli hatunu hemen seçer. Ben ona hiç bakmadım bile, buraya yazmak için bakmıştım bir ara, hatırladığım bu, bir de güzel poposu… Seviştik sonra yıllar sonra onla, bu günden 4 yıl sonra...
Ben tam o güzel popoya bakarken, yeni tanıştığım Ankara bebesi dedi ki “sen Pilli Bebek’i bilir misin”? “O ne be” dedim. “Rock grubu” dedi bebe, “sen İstanbullusun bilmesin muhtemelen” diye ekledi. “Bilmiyorum” dedim ama nasıl söyledim anlatayım; İstanbul’un Kemancısını, Mojo’sunu, Captain Hook’unu, Roxy’sini, Gizlibahçesi’ni, Akmar Pasajını, Flatline’ını ve hatta Pasha’sını, Tarabya tavernalarını, Beyoğlu ve Etiler club’larını yalamış yutmuş, yani tüm zıt kutupların gece hayatlarına çok erken yaşta girmiş, çıkmış, tecrübe etmiş hafızaya yazmış gelmişim buraya. Ne olabilir ki? Dese ki bana Nirvana’yı bilir misin, Kurt Cobain solistleri, çok yetenekli, müthiş sahneleri var, yine aynı tepkiyi verirdim. İstanbullu göt kalkıklığı üzerime sinmiş. Yakaladım mı yapıştırıyorum, tam bir ukala piçim… Ben “bilmiyorum” deyince tebessüm etti ve dedi ki "hazır ol". Bende ona tebessüm ettim götüm zirvede. Ben bunlara bizim ortamları ne anlatırım diye geçirdim içimden uzun uzun, abarta abarta. Gözüm bir yandan rastada ve bir yandan Pilli Bebek iyi isimmiş aslında diye düşünüyorum. Rasta hiç dönmüyor arkaya. Göremedim bir türlü yüzünü, gözlerini, bence mavi… Rastanın yüzünü ne kadar göremiyorsam güzel poponun yüzünü hep görüyorum, onun göz rengine dikkat etmiyorum, merak da etmiyorum.
Çalan şarkılar güzel. Kim çalıyor göremiyorum ama güzel çalıyor. Öyle sallanıyoruz, yalan dolan. Sonra müzik bir anda durdu. Hava kararmaya yeni başlıyordu. Sahnenin ışıkları yanmaya başladı. Mavi, kırmızı, sarı... Tam Ankara pavyonu. Ulan dedim içimden, yoksa, bu Pilli Bebek Anadolu Rock grubumu? Hiç haz etmiyorum o zaman Anadolu Rock müzikten. Tarzım değil. Orda yeni tanıştığım başka bir angara bebesi dedi ki “Malabadi köprüsü ile başlayacak, hep böyle yaparlar”. Malabadi köprüsü mü? Aha sıçtık.
Rasta’ya baktım, yerinde duruyor, güzel popoyla sohbet ediyor, ama yüzünü hala hiç göremedim, güzel popo ona dönük, onun yüzü sahneye… Şimdi doçent oldu o güzel popo, biz onla hala görüşüyoruz da...
Hafif bir rüzgar esti, bizim çocuklar biracı görürseniz durdurun bir tane daha alalım ortak kararı aldılar, konser başlayınca bulamayabilirmişiz. Tam o sırada bir elektro gitar sesi geldi, bir nota vurdu sadece. Ses durmadı, durmadı, duramadı… Millet ciyak ciyak filan. Sağ cenahtaki punkçılar bile kitlenmiş sahneye bakıyorlar. Bizim rastanın iki eli rastaya kitlenmiş, beklemede. Güzel popo susmuş, o da sahneye bakıyor. Gitarın sesi beni de etkiledi aslında, ulan ne oluyor diye düşünürken aynı nota daha güçlü daha sert geldi. Konser alanının hemen arkasındaki Yıldız anfinin 2 camı patladı, yerde çatlamalar oldu, biramın altı delindi, üzerimize doğru düşmekte olan göktaşı paramparça oldu, sonra soğuk bir anlık rüzgar, götümüz dondu, hatta Beytepe gölü de dondu, Yeşil Vadi buzul çağına girdi.
Sonra bir ses geldi, bas bariton desem, bası tamam da baritona az kalmış. Siirtin dağlarında uçan kuşları vurdu….
Isıttı ses, buzları erittik anında. Bizim İstanbul’da ki gruplardan daha olgun görünüşlü, daha yaş almış 3 adam sahnede. Çok etkilendim, çok iyi, mis gibi performans...
Arada bakıyorum, rasta yerinde, eğleniyor, ara ara eller havaya, bazen kafa sağa sola. Yanına yavaş yavaş gitsem, şu yüzünü bir görsem artık diye düşünüyorum. Tam niyet ettim, yeni bira geldi, yeni birayı açtım, şarkı değişti, değişen şarkıyı çok beğendim, çok iyi müzik be diye geçirdim içimden.
Sonra, iyi müzik rastayı unutturdu, aklıma gelip baktığımda güzel popo’da rasta’da yerinde yoktu.
Rasta yok, punkçıların yanında yok, sol cenahta yok, sağ cenahta yok, ortada yerinde zaten yok, soktum terminatörü devreye, search “rasta”… aradı taradı. Yoğğk dedi gardaş. Aradığınız rastaya ulaşılamıyor.
“Hay sıçayım” dedim, konser bitti, search rasta… Yoğkk gardaş, aradığınız rastaya ulaşılamıyor…
Bizim arkadaş grubundan ayrıldım, aradım alanda, taradım alanda, soramadım alanda, punkçıların arasına bile girdim baktım. Yoğğkk. Yapacakta bir şey yoğğkk. Döndüm bizimkilerin yanına. Pilli Bebek sonrası bir grup daha çıktı. Bu grupta Ankaralıymış. Bunlar da fena değildi ama bence Pilli Bebek daha iyiydi. Konser bitti dağıldık. Yatağa girdim, cd player’a taktım Bob Marley cd’sini. Bu akşam rastayız.
***
Ankara’da üniversiteye başladığım ilk zamanlar neredeyse her hafta sonu, bazen 15 günde bir İstanbul’a evime gidiyor, hemen de dönmüyordum. Geçiş dönemi sancısı yaşıyordum. Ankara ve İstanbul’da geçirdiğim zamanlar eşitti neredeyse. Sonrası malum, devamsızlıktan kaldım Hazırlık Okulunun ilk kurunda. Fırça yiyebileceğim bir ailem yoktu, fırça yemedim, kendimi de eleştirmedim, ama biraz düşündüm ve İstanbul’u siktir et dedim. Bu şehir bok dedim, pis dedim, kaka dedim, bu kadar fazla bok, şehri de bok ediyor dedim. Kim kanalizasyonda yaşamak ister ki?
Ankara güzel mi bilmiyorum ama Beytepe güzel. Yurtta kalıyorum ama adı yurt değil, Öğrenci evleri. Odalar 2 kişilik, binada karışık kalıyoruz. Yani, kızlı erkekli. İlerideki geri kalmış dünyada çok sakıncalı olurdu. Buraya giriş için 1000 dolar patlatıyorsun önce, sonra her ay oda kirası. Babam 1.000 doları halletti, annem kirayı hallediyor, ikisinden de aylık alıyorum. Yalan yok, maddi açıdan keyfim yerinde. İstediğimi yiyor, istediğimi içiyor, istediğim etkinliğe katılıyorum. Cep telefonu da aldı babam. Ericson bilmem ne, şimdi cebinde bulsalar silah ruhsatı sorarlar. Cep telefonu hayatımız için yeni ve güzel, çalıyor bazen, konuşuyorum, mesaj atıyorum filan ona buna. Beyoğlu Pendor’da tanıştığım, kısa zamanda çok samimi olup, daha kısa zamanda bu samimiyetten çok sıkılıp uzak durmaya çalıştığım ve başka şehirde bulunma avantajı ile görüşmeyi sonlandırmama ramak kalmış burnunda hızma olan çocuk aradı bir gün. Alo dedim, kötü bir haberim var dedi. "Ne oldu?" dedim, "Zen ölmüş" dedi. Zen, Pendor tayfasından ismin baş harfleri ile ismini kısalttığımız kızdı. Maalesef dedi. "Nasıl olmuş?" dedim. "Uyuşturucu komasına girmiş, kalbi durmuş" dedi. Konuşamadım, kapattım. Çok üzüldüm, dona kaldım, ağladım biraz. Sonra daha üzüldüm. Düşündüm, ağladım, düşündüm, ağladım…
Karar verdim, İstanbul’u ve o arkadaş çevresini bitirdim kafamda. Ders çalışamaya karar verdim. Bu cümlenin arkasından "notlarımı çok iyi yaptım, sınıf birincisi oldum" diyor olmam gerek ama ben yine sınıfta kaldım. Tamamen kaldım yani. Haziran sonunda, bir sene uzadı okulum, daha kazandığım bölümün yolunu bile bilmeden…
***
Yaz tatili başladı. Ben tatile başlayamadım. Yine Beytepe’deyim, tembeller okulu var ama adını nezaket gösterip Yaz Okulu demişler. Bu kadar şarkı sözü aklımda, İngilizcem fena değil, konuşuyorum çat-pat ama kaldım işte hazırlık okulunda.
Ağustos ayı geldi, yanıyor ortalık sıcaktan, Ege yerine Ankara’dayım. Beni gazladı bizim İzmirli, Ankaralı ve Angaralı. Sene başlamadan bir sınav varmış, 100 üzerinden 70’in üzerinde alırsam geçermişim hazırlığı. Hacettepe’yi kazanabilmişim, hazırlığı mı geçemeyecek mişim? Çok hırslandım, çok çalışıyorum ama işte ara ara film izliyorum, müzik dinliyorum sık sık, bira içiyorum az az… Bana göre çok çalışıyorum yani…
Deprem oldu aynı yaz. Gölcük depremi. Birkaç arkadaşımla yardım etmek için hemen Gölcük’e gittik. Büyük yıkım, çok büyük acılar, çaresizlik, bilinmezlik, çok üzüldüm. Orada, 20 yaşında, gerçek hayatı anlamaya başladım. Felsefi ve boş bir laf bu belki, ama doğru…
Aradan bir ay geçti. Bizim Hazırlık Okulu sınıfından Ankaralı bir arkadaş ki ismi lazım değil, şimdilerde siz onu ünlü bir oyuncu (tiyatro, dizi, sinema hapsi var maşallah), çok takipçisi olduğu için online reklam panosu ve bir sosyal medya talkshaw’cusu olarak biliyorsunuz, “deprem bölgesine kurulan prefabrik evler ve çadırlarda yaşayan çocukları sevindirmek için Sakarya’ya gidicez, süper kahraman kostümleri giyineceğiz, çocuklara moral vermeye çalışacağız, gelir misin” dedi. Hemen “tamam” dedim. Belirtilen gün ve saatte Sıhhiye köprüsünün üstünde yerimi aldım. Bana zoro kostümü verdi bizim Ankaralı. “Nerde ve ne zaman giyeyim” dedim. “Burada ve Sakarya’ya varmadan istediğin zaman giy” dedi. Önde birkaç kız vardı, kostümlülerdi onlar, en arkada olmanın rahatlığı ile giyindim hemen.
Yolculuk başladı. Kumanya verdiler yedim. Kahve verdiler içtim. Çiş molası verdiler işedim. Sigara molası verdiler içmedim…
Gözümde zoro maskesi, siyah düz t-shirt, kafada garip bir şapka, pelerin… Hepsi tamam. Ama o siyah dar kot. Ulan 20 sene sonra reklam panosu olacak arkadaşım, direk siyah tayt verseydin daha iyiydi. En azından daha rahat ve hafif olurdu. Çok sıktı pantolon, çok rahatsızım… Ama, çocukları sevindireceğim, daha doğrusu kafalarını dağıtacağız, eğlendireceğiz… Bilmiyorum ki biz ne yapıyoruz. Çocuklar olunca konu, her türlü zorluk tırs gelir tırıs gider. Ama bir yandan da düşünüyorum, yanlarında birkaç saat kalacağız süper kahramanlar olarak. Ama, bu kahramanlar ne biçim kahraman ki, hiçbir boka yaramadan çekip gidecekler, hem de uçarak değil, dandik bir minibüsle. Akşam o çocuklar, o çadır ve prefabrik evler içinde uyumaya çalışırken düşünmezler mi, üzülmezler mi bizim halimize, sanki kendi dertleri yetmiyormuş gibi…
Şöyle bir baktım minibüse kimler var diye süper kahramanlardan. Superman, Batman, Heman, Spider man, Flash… Yine Zorro iyiymiş diye düşündüm. Amerikan emperyalizmi pazarlama gurubu gibi gidiyoruz. Gönül isterdi ki Tarkan, Malkoçoğlu, Kara Murat filan bölgeye gidelim. Neyse ki Pollyanna, Heidi ve Pamuk Prenseste bizimle…
Çiş molasının birinde Pamuk Prenses ile tanıştım. “Cüce bulamadılar mı sana” diye salakça bir soru sordum. “Ben cüce sevmem” diye aşırı salakça bir cevap verdi. Hiç gülmedi. Bende başka bir laf edemedim. Gitti o da.
Etkinlik yapacağımız bölgeye gelince, gittim yanına, tebrik ettim. Hoşuma da gitti hanımefendi. Tiyatro Kulübü başkanıymış. Öğrenebildiğim tek bilgi bu oldu. Çok fazla vaktimiz olmadı daha fazla konuşmaya. Görev yerlerimize dağıldık… Sonra, manende dağıldık…
Çok üzüldük, ama mecbur gülerek üzüldük, elimizden geldiği kadar çocukları sevindirdik. Ama döndük işte günün sonunda. Biz yatağa yattık, onlar ….
Dönüm noktasıdır benim hayatımda, kıçımdaki pantolonun, saç şeklimin, dövmemin hiçbir anlamı olmadığını, nefes almanın değerini, bir çocuğu sevindirmenin, güldürmenin dünyalara bedel olduğunu anladığım zamanlardır. Yaşamanın tek başına olduğunu, ama ayırt etmeden, anlayarak yaşamam gerektiğini anladığım zamanlar.
Ben bunları anlarken bir yandan da pamuk prensesi düşünüyordum istemsiz. İstemsiz aklına gelen bir prenses için de istemsiz davranışlarda bulunabiliyorsun. Sordum, araştırdım, Tiyatro Kulübüne üye olmak için başvurdum, daha önce oyunculuk tecrübeniz var mı dediler. Zorro’yu oynadım dedim, hemen kabul oldum. Kulübün ilk toplantısına gittim, hiçbir şey dinlemedim, dolayısıyla hiçbir şey anlamadım… Rasta ordaydı. Nihayet yüzünü de gördüm, güzelmiş ve tahmin ettiğim gibi mavi gözlüymüş. Türk olduğuna inanmak zor, Finlandiyalı gibi kız. Tüm bunları görmem sizin rastanın tasvirini okurken geçen zaman kadar. Çünkü sadece Kırmızı postallı Pamuk Prensese bakıyordum. O bana hiç bakmadı, beni hiç görmedi… Toplantı bitince yanına gittim Pamuk Prensesin. Rasta’ya bir şeyler anlatıyordu. Dinlemedim, kazık gibi yanlarında durdum, büyük ayıp ettim. Rasta bana döndü, güldü ve gitti. Pamuk Prensens bana döndü ve "nasıl yardımcı olabilirim" dedi. "Bir insan zorro’sunu tanımaz mı" dedim. Güldü…
O gülünce gökten gül yaprakları yağdı, denizler duruldu, rüzgarlar dindi, tüm canlılar sustu, yıldızların hepsi gökyüzünde gözüktü, dünya dönmeyi bıraktı…
Gülerken ve dünya durmuşken; "gitmem lazım" dedi ve gitti… Ama öyle bir dedi ki ve öyle bir hüzünlü baktı ki…
Sonradan anlattım ona o bakışı… "4 senemizi çaldın lan" dedim. "Biliyordun evleneceğimizi, çocuğumuzun olacağını, beni sevdiğini ve seveceğini biliyordun. Ama gittin" dedim. "Gitmeseydim belki de şuan beraber olamazdık" dedi Güzel Popo... Belki de haklıydı. Kader bu…
***
Çocuğu yatırdım, Pilli Bebek açtım listeden, baktın uyuz uyuz…
"Kapatsana şunu beğğğ" dedin. "Sınav sorusu hazırlıyorum" dedin.
Kapatmadım…
Sinirlendin…
Gittin…
Popon hala güzel…
***
O rasta saçlı, sarı saçlı, mavi gözlü, Finlandiyalı tipli kızın adı Kadermiş bu arada…
***
Pilli Bebek sustu, Şarkı değişti, Nev çıktı…
Mühürlü Kaderim…
Comments